Pencere

04/06/2019 – Söke

pencere ince

Buradalığın özü… Kendime biçtiğim cennet parçası köşemden izliyorum dünyamın kenarlarını. Karşı pencereden söğüt dallarının rüzgârda bir o yana bir bu yana dans edişi. Gerçi bilmem söğüt mü; anlamıyorum ağaçların dilinden o denli… Şehir çocuğuyum besbelli. 

Penceremden dışarı süzülüyor gözlerim. Çerçevenin dışına saklanmış iki direk arası gerili tellerde bir serçe yerleşmiş, köyü seyrediyor. Gerçi bilmem serçe mi; tanımıyorum kuşları kanatlarından… Metropol mağduruyum doğuştan beri. 

Ama kaçmış gelmişim buralara… Yeşilin taşı sevdiği; taşın, dünyanın en sert, en köşeli varlıklarından birinin bile dağın heybetinde eridiği, varlığını ormana hediye ettiği bu kara parçasındayım. Kara dediğim, manzaramız denize nazır, alengirli. Kocaman bir nehrin daha kocaman bir denize kavuştuğu deltamızın gündüz ışıltısı, gece yakamozu yıkıyor bizi. 

Sağımda söğüt – belki – karşımda tellerin arasından evleri seyreden serçe – büyük ihtimalle – ve solda kumdan adalarla bezeli körfez… Güneşin sevgili çocuğuyum, ya da ayın, ya da yıldızların, ya da rüzgârın. Penceremden hepsini birlikte kucaklıyorum. 

Uzaktan gelen motor sesleri, karşı yakadan çınlayan çay kaşıkları, içeri girip çıkan kararsız uçuç böcekleri kaçırmıyor neşemi. Önemsiz ayrıntılar değiller; ehemmiyetleri kendilerinden öte bir varoluşun bozamadıkları sakin ritminde gizli. En sevimsizi komşuların boğuk sesleri, misafirlerin sahte gülüşleri. Onları bile görmezden gelebiliyorum penceremin ardında otururken. Gerçi çok yaklaşmıyorum kenara; ne de olsa şehrimden bu dingin kaçamak süreli… Sanki yarın bitecek gibi. Yine de telaş etmiyorum; yarından önce şimdi var, buranın çok daha yavaş nefesi. 

Güneş cilalıyor tenimi… Biraz sıcak mı oldu ne? Gerçi sıcak dediğin göreceli. Batışına çok kalmadı, bu son demleri. Hoş görmek lazım ölen yıldızın son saatlerini. Tepelerin ardına saklandığında özleyeceğiz onu; tek tesellimiz ertesi sabahın vaadi. Bak şimdi dağdan taze rüzgârımız geldi; henüz haşinleşmemiş yüreği. 

Hem söğüt neşelendi – tabii ki söğüt, keyfinden belli. Hem kuşumuz kanatlandı – belki de deminki uçuç böceği artık yok, bizim serçe de onun eceli. Hem uğultuda kayboluyor insan sesleri. Bu mevsim en güzeli, güneşin rüzgârla seviştiği.

Azıcık kaykılırsam gölgeye kaçabilirim aslında. Ama ne gerek var; kendimizden kaçamıyoruz nihayetinde. Ya da soyunabilirim; evrenle aramızdaki katmanları azaltırım ki esintisi tenimi yalasın. Ama üşeniyorum; ölesiye tembelim çünkü şehir çocuğuyum, dünden öfkeli, yarına borçlu ezelden beri. O yüzden tek damla nefesi heba etmemeli… Buradalığın dibi. 

Bir kırlangıç geçiyor önümden – bu kez eminim, renklerinden tanıyorum, kitaplardan görmüşlüğüm var. Tatlı bir koku geliyor içeri; tahminim denizle karışık kekik ve hışırdayan yaprak sesleri. Sallanıyor içi sayıklama döşeli defterimin yaprakları, aynı söğüt gibi. Ben buradayım, tamam da… Gönlüm nereli?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir