Elma

23.02.2019 – Söke

teras ikili tepeden

“Sen beni eksiltiyorsun” diyor. Dilimin ucuna kadar gelenleri yutuyorum. Hafiften yanaklarıma ateş basıyor, ardından kulaklarım kızarıyor. Sanki içimdeki köpüklerin üzerine basıyorum ve dışarı zıplıyorlar sönmeden. Sabun köpüğü öfkem diyorum; sönecek elbet, sakin olmalıyım. Gözlerinin içine sarhoş bakıyorum. İçmedim, henüz; yani sayılmaz. Elimdeki kadehin tadına baktım biraz, o kadar. 

“Ben” diyor, uzaklaşıyorum o andan aniden. Aniden oluveren her şey gibi yürekten ama. Beynimdeki kaynayan kan soğuyor hafiften. Öfkemin üzerine bir katman örtmüşüm sanki kaymaktan; süt dökmüşüm kahvemin dibine. Yumuşuyorum içten.

“Sen beni tamamlıyorsun” diyorum. Gözlerinde çakmaklar çakıyor. Yaş bırakıyor aniden. Elmanın yarısıyız harbiden. 

eski sevgili

23.02.2019 – Söke

taze kekik

“Sevdiğini özlemiyorsun aslında” diyiverdi, burnunun ucundan damlalar akarken. Gök gürlemiyordu; sakin bir yağmur gölgesiz bir günde, soluksuz bir sessizlikte çiseliyordu. “Gerçekten seviyorsan eğer tabi” diye devam etti. Duymuyordu yağmuru, sadece kayrak taşlarına çarpıp seken tanelerin fısıltıları dolaşıyordu köyde. Köy deyip de geçme, mazisi derin… Ne terkedilmişliklerin, gidip de dönmemişlerin, uzun bekleyişlerin yuvası. 

Başı aşağıya yere doğru dönüktü. Ayaklarına bakıyordu; çamur yoktu hiç, tertemiz damlalar ışıldıyordu ayakkabılarının üzerlerinde. Rafine bir yalnızlık sadece; yenilmişlik hissedilmiyordu. “Sevmiyorsan, o başka ama… sevilmekse derdin,  o zaman zor” dedi kafasını kaldırmadan. “Özlem dalga dalga geliyor yüreğine insanın. Hiç beklemediğin bir anda yakalayıveriyor seni tırnak uçlarından” derken ellerini cebinden çıkarmış, ileri uzatmış, parmaklarına bakıyordu. Uçları aşınmış oje izlerini okur gibi durakladı. Bir elini ağzına götürüp tırnaklarından birini ısırdı. Dişleriyle bir şeyleri koparmaya çalışıyorken hala aşağı bakıyordu. 

“Mesela bugün” dedi; gayet sakin ve huzurlu bir sabaha uyanmışlardı halbuki. Yumuşak bir günaydın ile mutfakta buluşmuş; senkronize bir sessizlikle mütevazı bir kahvaltı sofrası kurmuşlardı. Angarya işlerden konuşup günün kısa bir planını yapmışlardı çay yudumlarken. Sabah kahvesini atlayıp aşağı inmeye karar vermişlerdi. Cuma günü aşağı köyde pazar kuruluyordu. 

Sırtlarını verdikleri heybetli yamacın dibinden sadece uzak kiremit damları gözüküyordu bu mevsimde. Orman seyrekleşiyordu bizim köyün eteklerinde; yerini meyve bahçelerine, bostanlara bırakıyordu. Bir de camii’nin parıldayan sac kaplı çatısı ve turkuvaz minaresi fırlıyordu yeşilli kızıllı karmaşanın içinden. Bu kadar yakın ve birbirinden bu kadar kopuk iki dünya yan yana, daha doğrusu altlı üstlü; çaktırmadan birbirlerini dikizliyordu. Aslında gayet alenen gözlüyorlardı komşularını ama artık gündelik hayatın rutin bir parçası olduğu için kim geldi, kime geldi, ne yaptı üzerinden bir kazan kaynamıyordu. Alışmıştı aşağı köy yukarıdakinin bohem misafirlerine. Yukarısı da eskisi gibi avam bulmuyor, hor görmüyordu aşağıdakileri. Aynı havayı soluyor, aynı suyu içiyorlardı; aynı pazardan geliyordu sofraların bereketi. 

Yukarı köye şehirden ilk gelenler pek bir havalı, pek bir asortikti diye anlatıyor bakkal Ali. Yok efendim Yeni Rakı içmezlermiş, Tekirdağ yok muymuş. “Ulan” diyor, “Bulduğuna şükretmiyor da mereti…”; gerisini içinden söylüyor. Yıllar önceymiş bu tabi; şimdi raflarında üçer beşer cins rakı, votka, cin, viski dizili. Tek göz dükkanı büyütmüş; yanda karısı gözleme yapıyor gündüzleri. Gülşen Hanım lafa giriyor;  “İş başa gelince bir olunuyor ama. Evvelki sene yangında hepimiz daldıydık ya sazlıklara. Ömer Bey de seninle atlayıvermişti dumana” derken dirseği ile böğrünü dürtüyor Ali’nin. “Heee, orası öyle” diyor Ali, “Derdimiz bir, dağımız bir, orman bir” diyor kendinden büyük kelimelerle. 

Cuma pazarından alışverişi tamamlamış, yukarı çıkmadan Ali’den bir iki eksiği almaya uğramışlardı. Öğlen saati olmuştu; üşenip Gülşen’in gözlemelerinden lüpletmişlerdi. Yangını hatırlayınca sessizleştiler bir süre. Herkesin canı yanmıştı o yaz bir şekilde. Ne de olsa kiminin ekmeği çıkıyordu bu topraklardan, kimin ailesi gömülüydü selvilerin dibinde, kimisi de yalnızlığı ile bağlanmıştı bu ormanın köklerine. Hatırladıkça hala hüzün çöküyordu gözlerine. 

Mahsun sükuneti Ali’nin ufaklık bozdu. “Baba benim misketler nerde?” diye bodoslama girdi içeriye. Yanakları al al, nefesi kesik kesikti; belli ki koşmuştu buraya kadar. Acelesi olduğundan çekiştiriyordu babasının el örgüsü yeleğini. “Ne bileyim ben” diye tersledi Ali. Gülşen atladı “top mu oynuyonuz siz yine?”. Azara doğru giden yolu gayet iyi bildiğinden, cevap bile vermeden döndü arkasını çıktı dükkandan. Yine koşarak yandaki merdivenlere yöneldi; belli ki üst katta, evde arayacaktı. 

Misket meselesi ayıltmıştı aşağı ve yukarı köylüleri. Bu fırsatla teşekkür edip hesaplaştıktan sonra ayrılmışlardı. Arabayı evin yanına kadar çıkarıp eşyaları birkaç turda anca taşımışlardı. “Gören de yetimhane işletiyoruz zannedecek” demişti mutfağı yerleştirirken. Sebzeler dolaba sığmıyordu zaten; hemen ayıklanıp pişecekler tezgahın üzerine ayrılmıştı. Bir nevi yetimhane sayılırdı aslında; yazlıkçıların getirip de köyde bıraktığı kedilerin köpeklerin avludaki aşevi… En azından kışın. Köye sadece birkaç günlük, hadi bilemedin bir iki haftalık gelen tatilciler anca yazın besliyordu ahaliyi. El ayak çekilince bizimkinin başına kalıyordu hepsi. Ayrı bir kazan kaynıyordu sadece onlar için neredeyse her gün. Üşenmeden hepsini veterinere taşıyıp kısırlaştırmıştı teker teker. 

Mutfak savaş alanından bir miktar düzenli bir kaosa dönüşüp de “Yeter bu kadar” dediklerinde saat ikiyi geçmişti. Yorgunluk kahvelerinden sonra “Hadi gel bir tur atalım köyde, hem yürüyüş yapmış oluruz hem de kekik toplarız” demişti. Biraz uzanmak niyetiyle itiraz eder gibi olunca, eliyle “geç bunları” gibilerinden bir işaret yapıp “hadi hadi, miskinlenme; sonra yatarsın istersen” demişti. “Dönüşte bir cin tonik yaparım bize. Şömine karşısında çıtır çıtır uyuklarsın” diye de havuç göstermişti. 

Yağmurluklarını giyip çıkmışlardı allahtan. Bu mevsim havanın ne zaman bozacağı belli olmuyordu buralarda. Tam Ahmet Bey’in bostandan çilek çalmaya niyetlendiklerinde bulutlanmıştı gökyüzü. Vazgeçip dere kenarına inmişlerdi asıl hedefe yönelmek üzere. Yeni sürgün veriyordu kekikler; mis gibi kokuyordu. Elindekileri burnuna götürüp içine çekmişti “Özlem kokuyor bunlar” demişti. 

Yağmur şiddetlendi. Başını yukarı kaldırdı; yüzüne düşen damlaların bir kısmı elindeki demete akıyordu. Aşağı, taze sürgünlere doğru eğildi yavaşça. Ağlayan o muydu gök müydü belli değildi çisede. Yan gözle baktı beriye, eski bir sevgiliden çok daha öteye. 

Orman,ayakkabı,rakı,tırnak,palmiye,dalga,cuma,misket -1 saat

şimdi

29/05/2014

Dünya değişiyor diyorlar… yalan. Biz değişiyoruz. Zamanla saklambaç oynuyor taklalar atıyoruz. O küçük işaretlerle yazdığımız rakamlar kendi kendilerini boğuyorlar. Issızız. İnkârcı ve isyankârız. Büyük hülyaların büyük semaların, küçük dolapların küçük hayatların insanlarıyız. Kendimizi kandırıyoruz. Sonra kızıp kendimizi yaralıyoruz. Bir başkası yokken sığınacak aslında; yaban dünyaların eteklerinde dolanıyoruz. Bir ihtimal iyileşirsek eğer; hepsini unutup yeni baştan başlıyoruz. Çünkü umutla yaşıyoruz.

İstediğin kadar çalış, çabala, kazı, karala… zaman sadece kendinden yana.

Eğer öleceksek şimdi burada… geriye kalacaklar da aslında rüya. Ben olmadıktan sonra geri neresi, nedir kalan dünya. Eğer döneceksek hayata… ki şimdiden başkası kurmaca, ilerisi yok aslında. Eğer değiştireceksek yarını… işe bugünden başla.

Zaman geçiyor diyorlar… yalan. Sen ve benim onu yaratan. Ettiğin kelam, eylediğin selam.

Seveceksen eğer beni… çaresizim. Seviyorsan… işte ona varım; buradayım haydi talan!