İzmir – Lizbon – Porto Üçgeni
İzmir’de yaşayan bir arkadaşım Pegasus havayollarının İzmir – Lizbon uçuşlarının başlaması ile açılan kampanyada ucuz bilet bulmuş. Yazın başında beni aradı ve Kasım’da Lizbon’a gelir misin dedi. Gelmem mi? Atladım tabi… Hem yakın arkadaşlarımdan biri Porto’da yaşıyor; nicedir ona gitmek istiyorum. Hemen birleştirdim konuyu; 2 gün de Lizbon’dan Porto yapar dönerizi kurdum. İzmir’e ne zaman nasıl giderim konusunu sonra hallederim dedim.
Kasım yaklaştıkça planlar netleşti; ben İzmir’den Portekiz seyahatimi bir Ege çıkartması haline getirdim ve arabamla geze geze İzmir’e vardım. Bu sırada Porto ziyaretinin lojistik ve tarih detaylarını netleştirdim. Nihayetinde iner inmez havalimanından terminale transfer olup otobüs ile Porto yapmaya, 2 gece kalıp kalan vaktimizi Lizbon’a blok olarak ayırmaya karar verdik.
Çok da isabetli kararlar vermişiz… Bir kere İzmir havalimanı uluslararası terminali çok çok rahat! İstanbul’un kalabalık ve karmaşasından eser yok. Ulaşımından otoparkına, havalimanındaki güvenliğinden terminal erişimine kadar her şey sorunsuz kaymak gibiydi. Öyle ki buradan yurt dışı planı daha sık yapmaya karar verdim!
Ayrıca sabah erken uçuş ile Lizbon’a gitmek de çok verimli oldu. Havalimanı içinden metro ile otobüs terminaline kolayca geçtik (sadece 2 durak). Porto’ya trenle de gelebilirdik ama otobüslerin hem tarifeleri sık sık hem de çok daha ekonomik idi. Terminalde ilk sefere değil bir saat sonrakine bilet alıp soluklandık, kahvemizi içip bir iki lokma yemeye fırsat bulduk. Üç saatlik bir yolculukla otobüsümüz Porto otobüs terminaline dakikası dakikasına zamanında vardı. Böylelikle hava kararmadan şehre inmiş olduk.
Porto…
Burada 1.5 gün 2 gece kaldık; yetmedi ve hemen tekrar gelmeye karar verdik. Ama ilk önce Porto yapmak akıllıca imiş çünkü çok daha sakin bir şehir. Lizbon’dan sonra yorgun gitmek yerine Portekiz’e buradan alışmak daha keyifli oldu.
Porto durakları:
- Luís I Bridge – Eyfel Kulesi mimarının eseri endüstriyel dönem İncisi bir köprü. Yükseklik korkunuz izin verirse üstünde yürümeyi kesinlikle tavsiye ederim; muhteşem bir manzara ve harika bir his.
- Porto Sao Bento – Şehrin merkezindeki tren garı; ama gar deyip geçmeyin. Muhteşem hikayeler anlatan mavili duvar süsleri efsane.
- Chapel of Souls – Mavili beyazlı masal gibi kiliselerin en zariflerinden.
- Mercado do Bolhão – Hem mimarisi hem içindeki tatlı marketi mutlaka ziyareti hak ediyor.
- Church of Saint İldefonso – Yine bir Mavili klise
- Torre dos Clérigos – Şehrin sembollerinden bir kule
- Majestic Café – Sofistike bir cafe diyince sözlük karşılığı bu olmalı. İnce işçilikli dekorasyonundan zarif servisine kadar özgün bir mekan. Avrupa’nın ilk cafesi diyorlar; ilk olmasa da farz diyelim.
- Livraria Lello – Harry Potter romanlarına ilham olan, yazarın Porto’da yaşadığı sürede sık sık geldiği efsane kitapçı. Aman dikkat, giriş ücretli be sıra oluyor.
- Mercado Ferreira Borges – Bir başka endüstriyel dönem yapısı market. Biz gittiğimizde Noel için ikinci el kıyafet ve aksesuarlar vardı.
- Cais da Ribeira – Nehir kenarında biraz dolaşıp keyif yapmak şart.
- R. das Flores – Porto’nun eski zenginlerinin malikanelerini barındıran İstiklal caddesi. Etrafında çok güzel tasarım dükkanlar da var.
- Foz de Douro – Eski Porto zenginlerinin sayfiyesi; şimdinin şık, keyifli ve sakin okyanus kenarı mahallesi. Sadece muhteşem evlerin cephelerini görmek ve okyanusu koklamak, duymak ve hatta dokunmak için gidilir.
Zaman kalmadı, bir dahaki sefere:
- Palácio da Bolsa – Saray ve müze
- Jardins do Palácio de Cristal – Enfes sehir manzarası ve gün batımı varmış
- Casa da Música – Bir Rem Koolas binası olduğu için mimari hac noktası
Lizbon…
Lizbon durakları:
Şehirde ihtişamlı çok kilise var. Biz gezi rotasını olmazsa olmaz noktaları işaretleyip oluşturduk. Yol üstünde karşımıza çıkanlardan kimine girdik çıktık. İz bırakan ve önemli sandıklarımızı not düşüyorum; ama çoğu epey etkileyici.
- Lizbon Katedrali – Gerçekten heybetli ve etkileyici bir bina.
- Church of Saint Dominic – Depremler ve yangın atlatmış, bu faciaların izlerini duvarlarında taşıyan çok özel bir mekan. Sadece tarihin izlerini görmek için bile gidilmeli.
- Carmo Rahibe Manastırı – Artık yerinde olmayan tavanından gökyüzünü bakmaya, devrinin ihtişamlı mimarisini izlemeye, ve müze tarafındaki küçük ama etkileyici sergiyi gezmeye mutlaka gidin.
- Alfama sokakları ve Fado mekanları
- Cais das Colunas – Şehrin ana damarı R. Augusta sonunda yer alan eski limanı işaretleyen kolonlar ve suya kavuşma yeri.
- Padrão Dos Descobrimentos – Portekiz denizci kaşifler anıtı. Modern bir eser ama Belem bölgesi gerisine başlamak için ideal nokta. Harika bir manzara da cabası.
- Belém Kulesi – Sehir merkezinden yarım saat mesafede, dantel gibi işlenmiş bir savunma binası. Lizbon hac noktalarından.
- Jerónimos Manastırı ve Arkeoloji müzesi – Belem dönüşü Lizbon hac noktalarından. Ama Arkeoloji müzesi 2025’e kadar 1 yıl kapalı imiş; gezemedik. Ben tekrar burası için geleceğim.
- Museu Calouste Gulbenkian & Centro de Arte Moderna Gulbenkian (CAM) – İstanbul doğumlu, Osmanlı vatandaşı Ermeni çift Gulbenkian ailesinin vakfına ait özel koleksiyonu ve modern sanat müzesi. Dönemin petrol zengini, sonradan İngiliz vatandaşı, Bay %5 diye anılan varlığın izleri bu efsane ozel koleksiyonda görülüyor. Binası, inanılmaz huzurlu zen bahçeleri ve harika sergi mekanları da parçaların kendileri de çok güzel. Kesinlikle gidilmeli, hatta modern sanat sevgileriyle yarım gün ideal.
Alışveriş:
- Feira da Ladra (Campo de Santa Clara) – bit pazarı (salı & cumartesi)
- Mercado de Santa Clara – sabit bir pazar yeri, biz varken plak ve müzik pazarı idi
- LxMarket – tasarımcı, zanaat ve ikinci el dükkanların olduğu; bol cafe & restoran seçenekli geniş bir alana yayılmış eski sanayi binalarında harika bir ortam. Her yerden yaratıcılık fışkırıyor ve canlı müzik de vardı hafta sonu.
- R. Augusta – Bizim İstiklal caddesi misali her tür mağaza, yeme içme bulunan, trafiğe kapalı, şehrin en hareketli caddesi.
- Praça de Figueira & Praça de Rossio – Şehir merkezinde, Taksim gibi kocaman ve yancısı iki meydan. Kasım sonundan itibaren Noel pazarları hem gözü hem iştahı doyuruyor.
- Espaço Oikos-Plataforma De Encontro E Cooperação – Eski bir kadınlar hapishanesinin çamaşırlık binasında (mutfak da olabilir emin değilim), çok özgün, nefis bir ortamda, tasarımcı ve el sanatları ürünleri satılan bir kooperatif yeri. Sırf gezmek için bile girilir.
- Miradouro de São Pedro de Alcântara – Şehre tepeden, kalenin karşı yakasından bakan keyifli, manzaralı bir meydan. Yine ortada minik bir Noel pazarı kuruluyor.
Diğer:
- Tram 28 – Şehri indi bindi gezmelik nostaljik bir tramvay rotası
- ELEVADOR da BICA – Tepelere çıkan tramvaylardan biri. Aslında her tepede var ama bu epey popüler. Mesafe uzun değil ama dik; tramvay saatleri ise 12 dk gibi uzun aralıklarla. En azından bir kere binmek keyifli.
- Lisboa Oriente İstasyonu – Hem tren, hem otobüs, hem de metronun ana durağı. Porto’ya gidip gelirken otobüse buradan inip bindik. Mimar idollerimizden Santiago Calatrava’ya da saygı duruşu yaptık.
Yeme içme & eğlence:
- Pastéis de Belém – Nata denilince akla ilk gelen, yiyince de ağızda eriyen enfes lezzetin mekanı. Belem turunun ünlem!
- A Ginjinha – Ünlü kiraz / vişne likörü mekanlarından. Burayı özellikle çok merkezi lokasyonu ve yerellerin ayaküstü bir bardak atıp gittikleri özgün bir yer olduğu için sevdim.
- Tasca do Jaime d’Alfama – Biz tavsiye üzerine Fado gecesine buraya gittik. 5-6 masalı, ufacık bir mekan ama müziği de yemeği de özgün ve lezzetli. En çok hoşumuza giden solistlerin birkaç şarkıda bir değişmesi; renk renk, çeşit çeşit sesi dinleme fırsatı sunması oldu. Üstelik sonunda güzeller güzeli fado solisti Sonya ile tanışma, kaynaşma imkanımız gecenin süsü oldu.
Gitmedik ama bir dahaki sefere için listede:
- Centro Cultural De Belém – modern sanat müzesi
- MAAT – Museum of Art, Architecture and Technology – Sanat, mimarlık ve teknoloji müzesi
- B-MAD – Şarap tadımı da yapılan dekoratif sanat müzesi
- Pensão Amor – Şiir & performans cafesi
- The Good, the Bad, and the Ugly – caz kulübü
- Zé dos Bois gallery – caz & müzik ile etkinlik mekanı
- São Jorge Kalesi ve Arkeoloji müzesi – Tırmanmaya vakit kalmadı, biz de uzaktan baktık.
- Museu dos Azulejos – O muhteşem Portekiz cephe seramiklerinin müzesi
- Lizbon Okyanus Akvaryumu – çok büyük ve güzelmiş
İkinci Portekiz Seferi Şart!
Neden Portekiz’i çok sevdim;
Bir kere havası çok güzel; oradan başlayalım… Her daim ılıman bir iklim olduğunu sonradan öğrendim. Sonbahar renklerini görmeyi beklerken iner inmez her yerin yemyeşil hatta çiçekli böcekli olmasından kıllanmıştık zaten. Anladık ki okyanus kıyısındaki ismini de “Ilıman Liman” anlamındaki kelimelerden alan memlekette havalar her daim bahar gibi. Kışı sonbaha yazı ilkbahar tadında anladığım. Kasım sonu, Aralık başı biz çoğunlukla tişört, bazen uzun kollu bir kat ve ceketle dolaştık. Bu ılıman iklim bitki örtüsünü de etkiliyor tabi; çok derinlere dalamasam da yol manzarasında yemyeşil doğa ve yaprakları kızarmış dizi dizi üzüm bağlarından bir fikir edindik.
Okyanus başka bir şey… Porto’da daha iyi hissettik çünkü Kıyısında dolaşma, suyuna dokunma fırsatımız oldu. İster yumuşak ister heybetli zamanına denk gelin; o dalgaların gücü karşısında biraz soluğunuz kesiliyor. Öyle açık deniz falan gibi de değil, başka türlü bir enerjisi var. Sanki bu gezegenin sahibi benim der gibi egemen; bir yandan da hayat bende başladı benle devam ediyor dercesine bile. Ama asla yumuşak başlı değil; gereksiz tevazuya yer yok.
Havası suyu iyi de, asıl yaşam şehirlerde derseniz… İşte bu denizci milletin okyanusa açılan dev nehir limanlarında kurduğu şehirlere de, buradaki hayatın tatlı akışına da bayıldım. Aynı okyanusun güçlü dinamizmi ile nehrin akışkan dinginliğinin birleşmesi gibi. Şehir yaşamının içinde tatlı sürprizler, zıp zıp eğlenceler de var; avare molalar, anın tadını çıkaran bir ahestelik de. Sanırım hem daha az insan olduğundan hem de daha kuzeyde olmasından, Porto bir tık daha sakin. Lizbon ise daha kalabalık ve dinamik.
Ama her iki şehirde de mimar damarımı yakalayıp bırakmayan bir estetik var. Zorlama olmayan, gösteriş meraklısı sonradan görme bir zenginlik değil de; yıllar boyunca ince ince işlenmiş aristokrat bir zerafet gibi. Azulejo dedikleri binaların cephelerini süsleyen seramiklerin renk renk, desen desen şenlendirdiği dev bir kanvas gibi Portekiz’in tepeli şehirleri sayısız açıdan eşsiz manzaralar sunuyor. Süsü de eksik değil; yanlış anlaşılmasın. Şatafat barok da burada, güzel sanatların klasik eserleri de tüm azametleriyle yerlerinde. Calatrava, Koolhaas gibi dünyaca ünlü veya yerel modern mimarların da eserlerinin iz bıraktığı şehirler bunlar. Ama hiç biri birbiri ile yarışmıyor, birbirine kabadayılık etmiyor.
Zanaatı sanata çevirmiş bir kültürün izini seramiklerden başlayıp başka tasarım ürünlerde de izleyebiliyorsunuz. Porto’daki yerel tasarımcıların ürünlerinin satıldığı mağazadan tutun da Lizbon’daki kooperatif dükkanına, küçük butiklerden tatlı köşe başı cafelerine, hatta şiir ve anlatı salonuna kadar. Ben tasarımın bu abartısız ama vakur duruşundan, burada hayatın temel varoluş payandalarından biri olmasını çok sevdim.
İşte bu süssüz ama zengin dünyaya daha derin dalmak, müziğinden sanatına kültürünü daha çok sindirmek, Portekiz’de yaşama turist değil dahil olmak için tekrar gitmek ve uzun kalmak istiyorum. Üstelik henüz görmediğim kimi mimari kimi doğa harikası pek çok yer var!